Mevki, makam, şaşaalı yaşam uğruna, kutsal dini, kutsal din görevini, işbirlikçi anlayışlı siyasanın, siyasacının hizmetine sunan, dünyadaki şarlatan din görevlileri, 1960’lardaki cami imamı Ahmet Hoca’nın, Cuma hutbesinde cemaate şu anlatısını okusunlar, din görevlisi olmadıklarını, olamayacaklarını görsünler, kabullensinler.
Olay, yaşadığım anıdır.
1960’lı yılların başıdır.
Saraç (hayvan koşumu) işiyle uğraşan -7 Ağustos 2013’de rahmetli olan- babam, o yıllarda bucak, 1992’den beri ilçe olan Kars Akyaka’da işyeri açtı.
4 kişilik aile, İncedere Köyü’müzden, 4 kilometre uzaktaki Akyaka’ya taşındık.
İlkokula Akyaka’da, Akyaka İlkokulu’nda başladım; oradan da mezun oldum.
Bilge, şık giyimli öğretmenlerimiz vardı.
Birinci sınıftaki öğretmenim, kısa boylu, kilolu, Çanakkaleli –soyadını anımsayamadığım- Yahya öğretmenimi, diğer öğretmenlerimizi hiç unutmadım.
Öyle öğretmenlik yaptılar, öyle eğitim verdiler ki!..
Bugünün üniversitesi ayarında!..
Dinlemeyi, dinletmeyi…
Anlamayı, anlatmayı…
Düşünmeyi, düşündürmeyi…
Kavramayı, kavratmayı…
Tanımayı, tanıtmayı…
Yapmayı, yaptırmayı…
Vb…
Biz çocuklara öyle bir güzel öğrettiler, aşıladılar ki!..
Hele de dünya liderimiz Kemal Atatürk’ümüzü!..
Çünkü onlar, bu yurdun aydınlanmasının karşısında olan düşmanların ve o düşmanların yerel işbirlikçilerinin “Komünist yuvaları” belledikleri, yaygarasını kopardıkları, iktidara gelince de kapattıkları, “aydınlanma ocağı” Köy Eğitim Enstitüsü mezunlarıydılar!
30 yaşın üstündeydiler.
İçlerinde daha ileri yaşlarda olanlar vardı.
Bu nedenle, şimdi hiç birinin yaşamadığı öngörüsündeyim.
Hepsini, tek tek, rahmetle, saygıyla anıyor, manevi huzurlarında eğiliyorum.
Hepsi, ışıklar içinde uyusun.
4 ve 5’inci sınıfta öğretmenim Kıyas Karakurt’tu.
Kars’ın Selim ilçesindendi.
3 yıl önce yaşamını yitirdiğini öğrendim.
Rahmetle, saygıyla anıyor, manevi huzurunda eğiliyorum.
Öğretmenliği kadar, çok iyi karakalem resim yapardı.
Okulumuzun resmini öyle bir güzel çizmişti ki!..
Hala gözümün önünde…
Bir gün önceden dedi ki:
“Yarın yazılı yapacağım.”
Bir gün sonra Cuma’ydı.
Biz öğlenciydik.
Zil çaldı, sınıfımıza girdik; yazılıda kullanacağımız boş kağıdı, kalemi, silgiyi, kalem açacağını sıramızın üstüne koyduk, Kıyas öğretmenimizin gelmesini, sınıf başkanımızın gözetiminde beklemeye başladık.
Bu arada, her sırada, iki öğrenci oturuyorduk; sıralarımız, yeni ve tertemizdi.
Yanılmıyorsam, on dakika geçti.
Sınıf kapısının önünde dikelen sınıf başkanının “Öğretmen geliyor, öğretmen geliyor” deyip aralı tuttuğu kapıyı açmasıyla, daha bir toparlandık.
Kıyas öğretmenimiz soluk soluğa girdi.
Sınıf olarak, aynı anda, birlikte ayağa kalktık.
Öğretmenimizin el işaretiyle de “Oturun” demesiyle oturduk.
Işıklar içinde uyusun, Kıyas öğretmenimiz, sınıftaki masasına geçerken “Çocuklar, kağıdınızı, kaleminizi kaldırın. Yazılı yapmayacağım. Size, bugün Cuma namazında, Merkez Cami İmamı Ahmet Hoca’nın vaazını özetle anlatacağım. Babanız, amcanız, dayınız, abiniz, başka bir yakınız dinlemiş olabilir” dedi, sustu.
Bizim, yazılı için sıra üstüne çıkardıklarımızı çantalarımıza koymamızı bekledi.
Dediğini yaptığımızı görünce de anlatmaya başladı:
“Dikkatli dinleyin… Bir gün, bir baktınız, bir arkadaşınız, çok güzel bir cetvelle geldi. O cetveli çok sevdiniz; öyle bir beğendiniz ki, aynı cetvelden sizin de olmasını istediniz. Okuldan evinize giderken, kafanızda hep o cetvel var. Evde annenize, babanıza, büyük abinize, ablanıza söylediniz; onlardan, o cetvelden bir tane almalarını istediniz. Sizi dinlemediler. Almadılar. Amcanıza, dayınıza, halanıza, teyzenize söylediniz; onlar da almadılar. Çaresiz vazgeçtiniz. Ama içinizden bir arkadaşınız vazgeçmedi. Tek çarenin kaldığını, onun da ‘Çalmak’ olduğunu aklından geçirdi. Ve kararını verdi. Çalacaktı! Ertesi gün sınıftasınız. Teneffüs zili çaldı. Hepiniz dışarı çıktınız. Sınıfta tek o arkadaşınız kaldı. Gözü, arkadaşınızın sırasının üstüne defteri, kalemiyle birlikte koyduğu cetvelinde! Çalmak için yaklaşıp elini uzattığı an durdu, düşündü ‘Bu cetvel benim olsaydı, benim şimdi yapmak istediğimi yapsaydı, teneffüsten döndüğümde cetvelimin çalındığını görseydim, ne düşünürdüm, ne yapardım?’ sorusunu iç dünyasında kendine sordu. Şimdi size ev ödevi veriyorum: O arkadaşınızın vereceği doğru karar ne olmalıdır? Evde kimselerden yardım almak yok. Cevabı kendiniz bulacaksınız, Pazartesi günü ilk derste bunu anlatacaksınız.”
İşte bu olay, kişiliğimin belirlenmesinde ana etkenlerden biri oldu.
Bizi, bu öğretmenler yetiştirdi!
Biz, bu yollarla da din eğitimimizi aldık!
Biz, Akyaka Merkez Cami imamı Ahmet Hocanın -soyadını anımsayamadım- böylesi anlatıları ve öğretileriyle kutsal dinimizi öğrendik!
Ve siz…
1960’lardaki Cami İmam Ahmet Hocanın ve onun gibilerinin bugün çok gerisinde kalan, dincilik oyununu oynayan ilkel, yobaz dinciler…
Kim oluyorsunuz da, bize, dini anlatmaya, din ayar çekmeye kalkıyorsunuz?!
Yürüğün gidin!..
Yorum Yaz